MİLLİ BİRLİK HAREKETİ
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

MİLLİ BİRLİK HAREKETİ

Korku ve baskıyla gündem saptırılarak ülkemizin gerçek sorunlarının gözardı edilmesine gözyummadan milli birlik ve beraberlik içinde vatanına, milletine, dini ve milli değerlerine, cumhuriyetine korkmadan sahip çıkmak isteyen onurlu TÜRK insanının sesidir
 
AnasayfaKapıLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
serdar33
forum assubayı
forum assubayı



Mesaj Sayısı : 199
Kayıt tarihi : 13/02/09

KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ Empty
MesajKonu: KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ   KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ Icon_minitimeC.tesi Şub. 14, 2009 11:55 pm

Küreselleşme sürecinde ulusal sınırların ve kurumların görece güç kaybetmelerine paralel olarak, yerel unsurların daha avantajlı pozisyonlara kavuşmaya başladıkları gözlemlenmektedir. Aslında bu bir pozisyon elde etmek mi, yoksa dışsal koşullara daha fazla maruz kalmak olarak mı değerlendirilmelidir? Küresel sermayenin ve küresel şirketlerin ulusal kurumları zayıflattığı bu süreçte yerel kurumlar, ulusal kurumların koruyucu şemsiyesi altına saklanamaz hale mi gelmektedir? Bu soruların cevabı, bizim olayları nereden bakarak değerlendirdiğimizle ilgili olarak değişecektir.



Bir kentin, mevcut ekonomik, sosyal, kültürel durumu, sahip olduğu potansiyel, içerisinde bulunduğu çevre, mevcut varlıkları ile ilgili yakın ve uzak çevredeki gelişmeler incelenmeden, daha açık bir ifade ile kentin SWOT Analizi yapılmadan ve bu analizler de ciddi araştırmalara dayanmadan strateji belirlenmemelidir.




Hulusi Şentürk



GİRİŞ

Kalkınma, sadece ekonomik gelişme-büyüme anlamı ile sınırlı bir kavram değildir. Her ne kadar uzun yıllar ekonomik gelişim-büyüme ile kalkınma eş anlamlı kullanılmış ise de artık günümüzde kalkınmanın insani yönü ön plana çıkmış ve kalkınma geleneksel anlamında olduğu gibi sadece ekonomik büyümeyi değil, insanların hayat kalitelerini artıran diğer faktörleri de kapsayan bir anlama kavuşmuştur. Sosyo-kültürel alanlarda da gelişim en az ekonomik gelişim kadar önem arz etmektedir. Hatta, kalkınmanın sağlıklı ve sürdürülebilir olması için sosyo-kültürel kalkınmanın sağlanması şarttır.

Günümüzde, ekonomik girişimler sadece sermaye veya teknolojiye dayalı değildir. Küreselleşmenin hızla yayıldığı ve ulusal sınırların eski ihtişamlarını kaybetmeye başladıkları dünyamızda sermaye ve teknoloji düne göre çok daha kolay ulaşılabilir unsurlar olmaktadır. Artık kurumlara veya ülkelere avantaj sağlayan sadece mali sermayeleri ve teknolojileri değil, bu imkanları kullanarak değer üretecek olan beşeri sermayeleri ve tarafların karşılıklı güven içerisinde iş yapabilecekleri sosyal sermayeleridir. Oysa, toplumda ciddi gelir farklılıklarının yaygın olarak yaşandığı, sosyo-kültürel anlamda olumlu gelişmelerin bulunmadığı yerlerde beşeri ve sosyal sermayenin gelişmesi mümkün değildir.

Küreselleşme sürecinde ulusal sınırların ve kurumların görece güç kaybetmelerine paralel olarak, yerel unsurların daha avantajlı pozisyonlara kavuşmaya başladıkları gözlemlenmektedir. Aslında bu bir pozisyon elde etmek mi, yoksa dışsal koşullara daha fazla maruz kalmak olarak mı değerlendirilmelidir? Küresel sermayenin ve küresel şirketlerin ulusal kurumları zayıflattığı bu süreçte yerel kurumlar, ulusal kurumların koruyucu şemsiyesi altına saklanamaz hale mi gelmektedir? Bu soruların cevabı, bizim olayları nereden bakarak değerlendirdiğimizle ilgili olarak değişecektir. Eğer, yerel aktörlerin edilgenliğinin artması olarak bakılırsa bu bir pozisyonel güç kazanmaktır; ama doğrudan ilişki içerisine girdikleri taraflar açısından olaya bakacak olursak, aradaki güç dengesizliği sebebi ile bu yerele yönelik riskin artması anlamına gelecektir. Yerel güçler ile küresel güçlerin aynı masada yer aldığı bir görüşmede, kimin kazançlı çıkacağını kestirmek zor olmasa gerek.

Küreselleşme sürecinin yerelleşme ile ilgili ortaya koyduğu bu yeni durumu ister olumlu ve isterse olumsuz olarak değerlendirelim, fark etmeyecektir. Çünkü, sonuç ortadadır ve artık olumlu görsek de görmesek de bu realiteye göre hareket etmek zorundayızdır. Öyle ise yapılması gereken yeni şartlara göre rekabet edebilme gücümüzün artırılmasıdır. Aksi takdirde zaten kazananı az, kaybedeni çok olan bu süreçte biz de kaybedenler arasında yerimizi almaktan kurtulamayız.

Yerel birimlerin küresel ekonomi içerisinde yeni birer ekonomik birim olarak ortaya çıkışı, klasik politik ekonomi geleneğindeki Adam Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçıların 18, 19 ve 20. yüzyıllara belirleyiciliğini veren “ulusların karşılaştırmalı üstünlüğü” anlayışını da değiştirmekte ve yerine bölgelerin ve şehirlerin karşılaştırmalı üstünlükleri anlayışını öne çıkarmaktadır. (Metin Özaslan, 2004, c.2, s:82)

Kentler, yüzyıllardır ekonomik hareketliliğin merkezinde yer almış ve hatta kent sıfatını kazanmalarının en önemli unsurlarından birisi de tarım dışı ekonomik hareketlilikleri olmuştur. Dolayısıyla, kalkınma çalışmalarında kentler dün de önemli merkezler olarak görev yapmakta idiler. Burada oluşan yeni durum kentlerin ekonomik kapasiteleri ile önem kazanmaları değil, kendilerinin ulusal ekonominin bir alt unsuru olarak yer aldığı rekabet sürecinden birincil unsur olarak yer aldığı yeni rekabet koşulları ile muhatap kalmalarıdır. Yani, artık rekabetin öznesi konumuna gelmektedirler.

Kentlerin kalkınmada muhatap oldukları yeni durum onların kendi stratejilerini de derinden etkileyecektir. Her şeyden önce, düne kadar yatırımcıları çekecek cazibe merkezi olmaya odaklanmış stratejiler yerine kendi girişimcilik kabiliyetlerini geliştirici bir stratejiye odaklanmaları gerekmektedir. Yaşanan süreç yerel kalkınma konseptinde köklü değişimleri gerektirmektedir. Geleneksel olarak yerel ekonomik kalkınma, önemli ölçüde istihdam olanağı sağlayacak büyük sanayi yatırımlarını bir yöreye çekmeyi amaçlayan teşviklerden oluşan bir strateji olarak görülmüştür. Günümüzde ise yerel ekonomik kalkınma, çok daha profesyonelce yürütülen, yerel ölçekte kamu, özel ve sivil toplum kuruluşları arasında sıkı işbirliğini öngören, yerel ekonominin kendi kapasitesinin daha çok geliştirilmesini hedefleyen, yeni girişimciler yaratarak ve var olan firmalarını daha da geliştirerek ekonomik büyümeyi amaçlayan bir politika olarak görülmektedir. (Hüseyin Gül, Ankara 2004, c.1, s:204) Daha açık bir ifade ile, yerel kalkınma ya da kentlerin rekabet edebilirliklerinin geliştirilmesi, yerel aktörlerin yapabilirlik kapasitelerinin geliştirilmesini şart koşmaktadır.



PARADİGMA SORUNU:

Paradigma deyince bir değerler bütününü anlıyoruz. Bu değerler bütünü dar bir alanı kapsayabileceği gibi, toplumsal olarak geçerli tüm değerleri de kapsayabilir. Yani paradigma; olayları değerlendirmede, karar alma ve uygulamada temel aldığımız bakış açısını ifade etmektedir.

Kentlerimizin, küresel süreçte rekabet edebilirliğinin geliştirilmesi, yerel kalkınmanın etkin biçimde gerçekleştirilebilmesi için öncelikle paradigmalarımızın netleştirilmesi lazımdır. Bizler nasıl bir kentsel-yerel kalkınma öngörmekteyiz? Kamu gücünü kullanarak kalkınmayı planlamak ve uygulamak mı, yoksa kalkınmanın bireyler eli ile gerçekleştirilmesi için onların önündeki engellerin kaldırılması ve kent yaşamının kalkınma için gerekli donanımlarla zenginleştirilmesi mi? Müdahaleci mi yoksa özgürlükçü bir model mi öngöreceğiz?

Bu soruya toplumsal refleksimiz gereği büyük ihtimalle “özgürlükçü” cevabını vereceğiz. Liberal politikaların diğer politikalar karşısında üstünlük elde ettiği günümüzde aksi bir cevap vermek bir çok kişi veya kurum için sıkıntı anlamı taşıyabilir. Buna mukabil, bölgelerarası gelişmişlik farkının aşırı fazla olduğu, toplum kesimleri arasında gelir dağılımında uçurumların yaşandığı bir ülkede salt özgürlükçü değerlerle neyi, ne kadar sağlıklı gerçekleştirebiliriz? Müdahaleci politikaların uzun vadede sonuç getirmediğini ve hatta daha büyük sorunlara zemin hazırladığını yirminci yüzyılda yaşayarak gördük. Bu sebeple müdahaleci bir yaklaşımı savunmak gibi bir kaygı ile hareket ediyor değiliz. Fakat, içinde bulunduğumuz şartlar altında salt özgürlükçü çözüm beraberinde yeni sıkıntılar da getirecektir.

Müdahaleci ve özgürlükçü politikalara dayalı paradigmaların yanı sıra, sosyal adalete dayalı politikaları savunan yaklaşımlar da söz konusudur. Bu yaklaşımlara karşı özgürlükçü kesimin itirazı ise, sosyal adalet adıyla devletin zayıflar lehine müdahalede bulunmasının güçlülerden almak ve zayıflara dağıtmak anlamına geleceğinden özgürlükçü yaklaşımı bozucu özellik arz ettiği ve sosyal adalet adına kamudan yardım alanların zamanla kamunun koruyucu kanatları altında sorumsuzlaşacağı yönündedir. Bu itirazlara da hak vermemek mümkün değildir; ama insanı acımasız şartlar karşısında kendi imkanları ile ayakta kalmaya zorlamak ne kadar doğrudur. Doğada “güçlü olan yaşar” kuralını insan hayatında da yaşatmaya kalkmak, insanın diğer canlılardan ayırt edici özellikleri ile ne kadar bağdaşabilir?

Müdahaleci, özgülükçü, adaletçi veya benzeri politikaların her biri kendi içerisinde tutarlı olmakla beraber, hiç biri tek başına çözüm olamaz. Eğer çözüm olsa idi, bu gün yeryüzünde insanlık dramları yaşanmazdı. Peki öyle ise nasıl bir paradigmaya sahip olmamız gerekmektedir. Bu soruya doğrudan verebileceğimiz cevap sanırım “İnsan Odaklı Olmak” biçiminde olmalıdır. İnsan odaklı olmak; yani insan için, insana göre hareket etmek gerekmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
serdar33
forum assubayı
forum assubayı



Mesaj Sayısı : 199
Kayıt tarihi : 13/02/09

KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ Empty
MesajKonu: Geri: KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ   KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ Icon_minitimeC.tesi Şub. 14, 2009 11:56 pm

İnsan temelde bir bireydir ve birey olarak özgür olduğu oranda yapabilirlik kapasitesini daha etkin kullanabilmektedir. İnsan, birey olarak kendi kişisel menfaati için daha fazla fedakarlığa katlanabilmektedir. İnsan, birey olarak ben merkezli hareket ettiğinde daha girişimci özellikler göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında özgürlükçü yaklaşım, insanın doğasına uygun görülmektedir. Ama; insan aynı zamanda sosyal bir varlıktır. İçerisinde yaşadığı toplumda anlamlı bir yer edinebildiğinde gelişmekte, iç huzurunu yakalayabilmektedir. İnsan topluma verdiği gibi toplumdan da almakta ve diğer bireylerle sağlıklı işbirliği durumunda ortaya daha güçlü sinerjiler çıkarabilmektedir. Bu ortamın oluşması ise, toplumda adil bir yapının oluşturulmasını gerekli kılmaktadır ve adaletçi politikalar insan doğasına uygunluk arz etmektedir. Bunların yanı sıra, kalkınmanın etkili biçimde gerçekleştirilmesi, kaynakların entegrasyonunu da gerekli kılmakta, bu da en azından makro düzeyde bir planlamayı gerekli kılmaktadır. Bireylerin girişimleri arasında koordinasyon ve entegrasyon olmadığı zaman, kaynak israfı kaçınılmaz olacaktır. Her ne kadar piyasa kuralları gereği zamanla denge sağlanacak ise de, bu ancak dış şartlardan yalıtılmış ortamlarda söz konusu olabilir. Hele ki günümüzde küreselleşme ile birlikte bırakın yereli, ulusal girişimlerin bile her türlü manipülasyona açık olduğu ortamlarda piyasanın kendi dengesini kurmasını beklemek ve hatta ümit etmek ne kadar gerçekçi olacaktır.

İnsan Odaklı kalkınma politikalarının uygulanabilmesi için, bireysel girişimler desteklemeli; ama bireylerin girişimcilik kapasitelerinin de geliştirilmesi için sosyal politikaları devreye sokulmalıdır. “Balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek” anlayışı üzerine sosyal politikalar bina edilmeli, bireylerin yapabilirlik kapasitesi geliştirilmeli, bu alanda öncelikler zayıf bireylere verilmelidir. Zayıf bireylerin yapabilirlik kapasitelerinin geliştirilmesi, süreç içerisinde bireyler arası uçurumların kapanması ya da en azından bireylerin kendi başlarına ayakta durabilecekleri yeteneklerle kavuşturulması suretiyle rekabet şanslarının sağlanmasını temin edecektir.

Kalkınma için beşeri ve sosyal sermayenin önemi herkesçe kabul edildiğine göre, bu anlayış üzerine bina edilecek sosyal adalet politikaları, sonuçta özgürlükleri kısıtlayıcı misyon yüklenmemiş olacaktır. Bu çalışmaların anlamlı bir bütün oluşturması için ise planlamaya ihtiyaç bulunmaktadır.



KENT STRATEJİLERİ OLUŞTURULMASI

Kentlerimizin rekabet gücünün artırılması, kent ekonomilerinin geliştirilmesi ve sonuçta yerel kalkınmada başarı elde edilebilmesi için, kentlerimizin stratejik planlarının yapılmasında yarar bulunmaktadır. Ülkemizde de bir çok kentimizde kent stratejileri oluşturma çabalarının yoğunluk kazanmaya başladığına şahit olmaktayız. Katılımcı yöntemlerle, tarafların bir araya gelerek hazırladıkları stratejik planlarla kentlerin kalkınması için izlenecek politikalar belirlenmektedir. İlk bakışta özellikle katılımcılım içermesi açısından olumlu bir gelişme olarak görülebilecek bu çalışmaların detayları incelendiğinde aynı şeyi söylemek mümkün olmamaktadır. İlin meslek teşekkülleri, yerel ve merkezi idarenin ildeki temsilcilerinin ve ildeki üniversite temsilcilerinin katıldığı 1-2 günlük arama konferanslarına dayalı hazırlanan bu planlar çok yüzeysel kalmakta, katılımcıların genel bilgileri üzerine kentin geleceği bina edilmek istenmektedir. Kaldı ki, zaten dar olan bu sürenin önemli bölümü de politik söylemlerle geçmektedir. Oysa, katılımcı planlama, konunun uzmanlarının dışlanması, derinlemesine analizlerin yapılmaması demek değildir. Aksine bu tür bir süreç sonucunda elde edilen veriler ışığında önerilen çözümler katılımcı yöntemlerle değerlendirilerek nihai karara varılmalıdır.

Bir kentin, mevcut ekonomik, sosyal, kültürel durumu, sahip olduğu potansiyel, içerisinde bulunduğu çevre, mevcut varlıkları ile ilgili yakın ve uzak çevredeki gelişmeler incelenmeden, daha açık bir ifade ile kentin SWOT Analizi yapılmadan ve bu analizler de ciddi araştırmalara dayanmadan strateji belirlenmemelidir. Bu konuda Sakarya İli için yapılan çalışma olumlu örnek olarak incelemeye değer. En azından kentin stratejik durumu tespit edilmeye çalışılmış, kolaycı bir yaklaşım sergilenip 2 günlük arama konferansı ile kent vizyonu ve stratejik planları yapılmaya kalkışılmamıştır.

Kent stratejileri belirlenirken, paradigma bölümünde belirtildiği gibi, temel yaklaşımlarımız çok önemlidir. Burada temel yaklaşım yerel aktörlerin yapabilirlik kabiliyetlerinin geliştirilmesi olmalıdır. Ne yazık ki, kent stratejilerinin, vizyonlarının belirlenmesinde genellikle mega projeler üretme anlayışı hakim konumdadır. Kentte mega alış veriş merkezlerinin kurulması, fuar alanları, yat limanları ve benzeri mega projeler üretilerek, kentlerin kalkınması sağlanmak istenmektedir. Bir kentin bu tür mega projelere ihtiyacı olabilir ve bunlar kentsel kalkınmaya olumlu etki edebilir fakat ne kadar mega proje üretirseniz üretiniz, sonuçta bunlar hem sayı, hem ticari kapasiteleri ve hem de istihdam imkanları olarak sınırlı kalmaya mahkumdur. 3-5 mega proje ile kentsel kalkınmanın sağlanması mümkün değildir. Kentsel kalkınmayı mega projelere bağlayan yaklaşım, iş yapıp sonuç almaktan çok, şov yapmaya, medyada yer almaya yönelik gayretlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu gün sadece ülkemizde değil, ekonomik yönden gelişmiş, gelişmekte olan veya geri kalmış ülkelerde kalkınmanın temel sorunlarının başında üretilen zenginliklerin çarpık dağılım sebebi ile sadece dar bir kesim için söz konusu olması; diğer kesimlerin her gün daha da fakirleşmesi sonucu aradaki uçurumların derinleşmesidir. Bu gelişmenin beraberinde toplumsal ve bireysel huzursuzluğu doğurması da kaçınılmazdır. Oysa, kalkınma insan için olmalı, insana refah sunabilmelidir. Bunun yolu da yaygın refah artışının sağlanacağı politikaların takip edilmesini gerektirmektedir.

Kalkınmanın yaygınlaşmasının ön şartı, toplumun olabildiğince geniş kesiminin yapabilirlik kapasitelerinin geliştirilmesidir. Bu kesim ne kadar genişlerse, kalkınmadan olumlu yararlanan toplum kesimleri de buna paralel olarak gelişecektir. Bireylerin yapabilirlik kapasitelerinin geliştirilmesi için ise, eğitim öncelikli konu olmalıdır.

Kent stratejik planları yapıldıktan sonrası için ön görülen politikalar da çok önemlidir ve bizim paradigmalarımızın birer yansımasıdır. Birinci tercih, yapılan planları diğer kişi veya kurumlar için bağlayıcı görmek yaklaşımıdır. Bu müdahaleci – otoriter bir yaklaşımdır ve genelde de zaten masa başında yapılmış, çok zaman yüzeysel olan planları uyulması zorunlu kurallara dönüştürmektedir. Bu tür yaklaşımların günümüzde, hele ki bireysel özgürlük ve girişimlerin alabildiğine genişlediği, bilginin en önemli sermaye olduğu ve hızla değiştiği günümüzde- sağlıksız bir politika olacaktır. İkinci yaklaşım ise, yapılan stratejik planlara uygun faaliyet gösterenlerin teşviklerden yararlanması yöntemidir. Bu yöntem ilkine göre daha az müdahaleci ve nispeten daha mantıklı olarak değerlendirilebilir. Fakat, burada da sonuçta kamu gücünün kullanımı vardır. İlkinde “sopa” kullanılırken, burada “havuç” kullanılmaktadır. Üçüncü yöntem ise, yapılan planların ilgili taraflara bilgi, yol gösterici olarak sunulması ama doğrudan veya dolaylı müdahalelerde bulunulmayarak, piyasa güçlerinin tercihlerine bırakılmasıdır. Yani, bir nevi “Ar-Ge” misyonu yüklemektir.

Stratejik planların dolaylı veya dolaysız bağlayıcı olmamaları, Ar-Ge misyonu yüklenmeleri, bireysel girişimciliği ve rekabet eşitliğini sağlaması yönünden olumlu sonuçlar doğuracaktır. Fakat, bunun gerçekleştirilebilmesi için planların detaylı yatırım-uygulama projeleri olarak değil, derinlemesine yapılmış analizler ve bu analizlerden hareketle izlenmesi yarar sağlayacak, tavsiye niteliğinde politikalardan oluşması gerekmektedir. Burada zor olan, stratejik planların Ar-Ge misyonu ile sunulması değil, bu misyonu gerçekleştirebilecek nitelikte hazırlanabilmesidir.



YEREL KALKINMADA YEREL YÖNETİMLERİN ROLÜ

Yerel kalkınmanın en önemli aktörü, yerel yönetimler ve özellikle de belediyelerdir. 5393 sayılı Belediye Kanunu, belediyelere “Kent ekonomi ve ticaretini geliştirme” görevi vermektedir. Belediyeler, köy ve il özel idarelerine göre çok daha geniş mali ve beşeri kaynaklara sahip kurumlardır. Ellerinde bulunan bu kaynakların yanı sırra planlama araçları, alt yapı yatırımları ve özellikle de koordine edici kapasiteleri ile kentsel gelişmenin en etkin aktörü olacak kapasitededirler.

Yerel yönetimlerin yerel kalkınmada alacakları rol bizzat ve doğrudan ekonomik faaliyette bulunmak değil, kent ekonomi ve ticaretinin geliştirilmesi için uygun ortamın oluşturulması biçiminde olmalıdır. Kamu kurumlarının ekonomik güç olarak ortaya çıkmaları, hantal bir yapıyı kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun doğal sonucu da partizanlık, israf, kaynakların verimsiz kullanımı olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde etkin bir kamu yönetiminin küçük ama hareket kabiliyeti yüksek kurumlar oluşturmakla mümkün olduğu genel kabul gören bir yaklaşımdır.

Bir kentin altyapısında ulaştığı gelişmişlik seviyesi, o kentin ekonomik ve sosyal gelişmesi için en önemli unsurdur. Ulaştıramayan yol ağları, solunamayan havası, içilemeyen suyu, ikamet edilemeyen konutları, insanların ihtiyacını karşılamaktan uzak rekreasyon alanları ile bir kentin ekonomik ve sosyal yönden kalkınmasını beklemek mümkün değildir. Bunun tek yolu, merkezi idarenin bu kente doğrudan ve dolaylı olarak yatırımları kanalize etmesi ile mümkündür; ama bu da sürdürülebilir bir kalkınmayı mümkün kılamayacak ve er geç o kent geriye gidiş sürecini yaşayacaktır.

Yerel yönetimler, girişimciler için kentin cazip olasını sağlayacak olan yukarıda belirtilen alanlarda sağlıklı ve yeterli yapıları oluşturmalıdır. Bunun yanı sıra, özellikle, toplumun zayıf kesimlerine yönelik eğitim faaliyetleri ile bunların kişisel gelişimlerine katkı sağlamalı, onların rekabet güçlerini artırmalıdırlar.

Yerel yönetimler, özellikle küçük kentlerimizde, nispeten kırsal özellik arz eden kentlerimizde, ellerindeki imkanları kullanarak kentin gelişimi için gerekli bilgileri üretmeleri ve bu bilgileri girişimcilere ve diğer ilgililere sunmalıdırlar. Öğrenen kent anlayışının yaygınlaştırılması, kamu kaynaklarının etkin kullanımı sureti ile kentin gelişimini hızlandırmaları ve yerel yönetimlerin toplum üzerindeki yaptırım gücünü kullanarak taraflar arası koordine ve entegrasyonu sağlamalıdırlar.





Kaynaklar



Metin Özaslan, Küresel-Yerel Etkileşimin Yeni Örgütlenme Biçimleri: Ağ Şebeke Tarzı Firma ve Kamusak Örgütlenmeler, “Kentsel Ekonomik Araştırmalar Sempozyumu”, DPT Yayınları, Ankara 2004, c.2

Hüseyin Gül, Ekonomik Kalkınmada Yerel Alternatifler, “Kentsel Ekonomik Araştırmalar Sempozyumu”, DPT Yayınları, Ankara 2004, c.1
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
KENTSEL REKABET VE STRATEJİLERİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
MİLLİ BİRLİK HAREKETİ :: İlk kategoriniz :: KENTSEL YAŞAM-YEREL YÖNETİMLER-
Buraya geçin: